FORUMMAXİMUM
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
FORUMMAXİMUM

OYUN,MÜZİK FİLİM ,PROGRAM DOWNLOAD..
 
AnasayfaLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap

 

SİNEMA TARİHİ

Önceki başlık Sonraki başlık Aşağa gitmek 
Yazar Mesaj
Admin
SİTE KURUCUSU
Admin


Yaş : Kayıt tarihi : 12/09/08 Mesaj Sayısı : 356 Nerden :

SİNEMA TARİHİ Vide
MesajKonu: SİNEMA TARİHİ   SİNEMA TARİHİ EmptyÇarş. Eyl. 24, 2008 11:01 pm

*** SiNEMA TARiHi ***


Sinema sanatının 20. yüzyılda gelişmiş, kendinden önce yaygınlık
kazanmış bulunan resim, heykel, müzik, mimarlık gibi çeşitli sanat
dallarına dayalı, büyük teknik beceri gerektiren karmaşık bir sanattır.
İzleyici karartılmış bir salonda perdeye yansıyan kendi somut
gerçekliğiyle etkiler.

Saydam bir film şeridi üzerindeki görüntüler ışığın yardımıyla bir
perdenin üzerine art arda düşürüldüğünde, gözümüz bu görüntüleri
hareket ediyormuş gibi algılar. Bunun nedeni beynin, gözün ağtabakası
üzerine düşen görüntüyü, görüntü yok olduktan sonra kısa bir süre daha
saklamasıdır. Ağtabakadaki yansıma gerçekten göründüğü süreden daha
uzun bir süre algılandığından, bir cismin görüntüsü kaybolmadan öbür
cismin görüntüsü ağtabakaya düşerse, film karakterlerinden göze
yansıyan her görüntü birbirinin devamı olarak, yani hareket ediyormuş
gibi görünür. Bu beynin yarattığı görsel bir hareket yanılsamasıdır.
Sinema, bir olayı yada öyküyü bu yöntemle anlatmaya dayanan görsel bir
sanat dalıdır. Görüntülerin kaydedildiği film şeridi saydam bir madde
olan selüloitten yapılmıştır. Görüntüler filmin üzerine sinema
kamerasıyla kaydedilir. Gösterim sırasında bunlar projeksiyon
makinesiyle hareketli görüntüler biçiminde perdenin üzerine yansıtılır.
Filmi çekilecek cisimden yansıyan ışık kameranın merceğinden geçerek,
filmin ışığa duyarlı yüzeyindeki kimyasal maddeleri değişikliğe uğratır
ve görüntü oluşturur. Hazırlanan film labaratuvarda çeşitli işlemlerden
geçirildikten sonra gösterime hazır duruma gelir. Bir film makarasına
sarılarak projeksiyon makinesine takılır. Makara belirli bir hızla
dönerken, projeksiyon makinesinden çıkan ışık filmi aydınlatarak,
hareketli görüntüler biçiminde perdenin üzerine yansıtır.

Selüloit sağlam ve esnek bir madde olduğu için makaralara ve makinelere
kolaylıkla sarılıp takılabilir. Çekim sonrasında birleştirme aşamasında
istenmeyen görüntüler kesilip çıkarılarak, kalan bölümler özel bir
tutkalla yada yapıştırıcı saydam bir bantla birleştirilebilir. Aynı
zamanda ışığa son derece duyarlı olduğundan üzerindeki görüntüler net
bir biçimde ve istendiği kadar büyütülebilir.

Sinemada, 7,5-300 metre uzunluğunda, 70,35, 16ve 8 mm eninde film
şeritleri kullanılır. Film şeridinin kenarlarında düzgün aralıklarla
sıralanmış delikler vardır. Bu delikler film şeridinin kamera
makarasına yada projeksiyon makinesinin dişlilerine sağlam bir biçimde
sarılmasını, kaymadan dönmesini ve görüntülerin eşit aralıklarla
yansımasını sağlar. Hareketli görüntüler elde etmek için gösterim
sırasında filmin belirli ve değişmez bir hızla ilerlemesi gerekir. 35
milimetrelik profesyonel filmler her görüntü karesi için dört delik, 16
milimetrelik ve amatör filmler bir delik ilerler. Sesli filmlerde
ekrandan saniyede 24, sessiz filmlerde 16 görüntü karesi geçer. Sessiz
filmler bugünkü gelişmiş aygıtlarla gösterildiğinde figürlerin çok
hızlı hareket etmeleri bu yüzdendir.

Film çekme aygıtı olan kamera, fotoğraf makinesi ile aynı ilkelere
dayanarak çalışır. Ama fotoğraf makinesinden en önemli farkı
görüntüleri belli zaman aralıklarıyla ve son derece hızlı bir biçimde
film şeridinin üzerine kaydetmesidir. Kullanılan film şeridine göre
sinema kameralarının başlıca 70 milimetrelik, 35 milimetrelik, 16
milimetrelik ve 8 milimetrelik türleri vardır. 70 milimetrelik
kameralar büyük ve görkemli görüntüler elde etmek için, 16 milimetrelik
hafif kameralar bazı özel çekimlerde ve belgesel filmlerde, 8
milimetrelik kameralar amatörlerce kullanılır. Sinema filmleri
genellikle 35 milimetrelik kameralarla çekilir.

Lumiere Kardeşler'in hem alıcı, hem de gösterici olan
sinematograf'ından bu yana kameralar önemli değişiklikler geçirdi.
Gösterici ve alıcı birbirinden ayrıldı, boyutları küçüldü ve daha
kullanışlı duruma getirildi. Elle çalışan kameraların yerine motorla
çalışan kameralar aldı. Motor gürültüsünü önleyen bir sistem eklenerek
görüntüyle birlikte sesi de kaydeden sesli kameralar geliştirildi.
Bugün kullanılan 35 milimetrelik kamera hareketli görüntüler için
saniyede 24 kare çeker. Bu hız artırılarak yada azaltılarak hareketin
hızlı yada yavaş olması sağlanır. Gösterim sırasında projeksiyon
makinesinin obtüratürü film karelerinin arasında kapanır ve ışığı
keser. Ama bu o kadar hızlı bir biçimde olur ki, gözümüz hareketlerin
aslında kesintili olduğunu ayırt edemez.


Film Başlıyor


Beynin yarattığı görsel hareket yanılsaması fotoğrafın bulunmasından
daha önce de biliniyordu. 1824'te İngiliz fizikçi Peter Mark Roget'ın
yayımladığı "The Persistence of Vision With Regard To Moving Objekcts"
(Hareketli Cisimlere İlişkin Olarak Görüntünün Sürekliliği" adlı
kuramsal çalışma, birçok mucidin ilgisini çekti. Her sayfasına resim
çizilmiş bir kitabın sayfaları hızla çevrildiğinde görüntülerin
kesintisiz bir biçimde hareket ediyormuş gibi görünmesi ve buna benzer
birçok basit deney Roget'ın kuramını doğruluyordu. Çeşitli ülkelerden
bir çok mucit bu kuramdan hareketle birbirine yakın zamanlarda benzer
aygıtlar geliştirmişti. Bu bakımdan sinema kamerası ve projeksiyon
makinesi gibi aygıtların ilk önce nerede ve nasıl ortaya çıktığını
kesin olarak söylemek güçtür. 1830'lardan başlayarak Zootrop,
taumatrop, fasmatrop, fenakistiskop ve praksinoskop adlarıyla bilinen
çeşitli aygıtlar geliştirildi. 1882'de Fransız fizyolog Etienne- Jules
Marey kuşların uçuşunu saptamak amacıyla saniye de 12 fotoğraf
çekebilen "fotoğraf tüfeği" adını verdiği bir aygıt geliştirdi. 1887'de
ABD'li Hannibal Goadwin fotoğraf çekiminde ilk kez selüloit film
kullandı. Ardından New York'ta George Eastman makaraya sarılı selüloit
film üretimine başladı. 1888'de Thomas Alva Edison üzerine ses
kaydedilen mum silindirli fonograf'ı, daha sonra da ses ve görüntüyü
birleştirmek amacıyla yardımcısı William Dickson'la birlikte kameranın
ilk biçimi sayılan kinetoskop adını verdiği bir gösterim aygıtıyla 15
metrelik bir film şeridinin üzerindeki görüntüleri kesintisiz olarak
art arda yansıtmayı başardı. Ne var ki, bu aygıt gözlerini iki deliğe
dayayan tek bir izleyici tarafından kullanabiliyordu. Kinetoskopla
filmin üzerindeki görüntüler art arda izlenebilmekle birlikte,
hareketler kesintiliydi. Bunun nedeni her görüntü karesinin yeterince
uzun bir süre ışıklandırılamamasıydı. Paris'te kinetoskopu gören
Fransız Lovis (1862- 1948) ve Auguste (1862- 1954) Lumiere Kardeşler
geliştirdikleri sinematograf adlı aygıtla ilk kez hareketli görüntü
elde ettiler. Bu olay sinemanın doğuşunu müjdeleyen en önemli
gelişmeydi. Sinematograf elle çalıştırılabiliyor ve yaklaşık 10
kilogramlık ağırlığı sayesinde istenen yere taşınabiliyordu. Filmin
düzenli ve kesikli ilerleyişini sağlayan ve bugün de hala kullanılmakta
olan tırnaklı bir düzeneği vardır. Lumiere Kardeşler halka açık ilk
film gösterimlerini 1895'te Paris'te Capucines Bulvarı'ndaki Grand
Cafe'de gerçekleştirdiler. Sinematograf hem film çeken, hem de gösteren
bir aygıt olduğu için ancak 15 metrelik film şeridi alabiliyordu. Bu
yüzden ilk filmleri oldukça kısaydı. Filmler iskambil oynayanlar, bir
demircinin çalışması, askerlerin yürüyüşü ya da bir bebeğin beslenmesi
gibi günlük yaşamdan alınmış görüntülerden oluşuyordu. Lumiere
Kardeşler Lumiere Fabrikası'ndan Çıkan İşçiler adlı filmlerini
Lyon'daki fabrikalarında, bir öğle tatili sırasında çekmişlerdi. Bir
söylentiye göre Ciotat Garı'na Bir Trenin Gidişi adlı filmin gösterimi
sırasında, kameraya doğru hızla yaklaşan tren görüntüsü izleyicileri
dehşete düşürmüştü. Sonraları kısa komediler, haber filmleri ve
belgeseller de çektiler. Sinema yoluyla belirli bir öykü anlatma dönemi
Fransız yönetmen Georges Melies ile başladı. Bilimkurgu sinemasının da
öncüsü sayılan Melies, aynı zamanda "film hileleri" kullanan ilk
sinemacıydı. Melies'nin filmlerinde kamera aynı noktada duruyor ve
öyküyü tiyatro sahnesindeymiş gibi görüntülüyordu. Melies 1900'lerin
başlarında aralarında Ay'a Seyehat, Uzay Yolculuk gibi kısa film
çekmiştir.

İlk Sinemalar


Sinema başlangıçta ilginç bir deney yada basit bir eğlence türü olarak
görülüyordu. İlk film gösterimleri genellikle laboratuarlarda yada
evlerde, birkaç kişilik toplantılarda yapılıyordu. Hızla artan ilgi
karşısında daha geniş salonlarda halka açık paralı gösteriler
düzenlenmeye başladı. Kısa zamanda yaygın bir eğlence aracına dönüşen
sinema, 20. yüzyılın başlarında önemli bir ticaret ve sanayi dalı
durumuna geldi. Film pazarı önceleri Fransızlar'ın elindeydi. Sonradan
ABD'de kurulan yapımcı şirketlerin eline geçti. Halka açık ilk kısa
filmler İngiltere'de ve ABD'de müzikli tiyatro oyunları sırasında
gösteriliyordu. Sonraki yıllarda özellikle ABD'de nikelden yapılmış 5
sent gibi çok küçük bir parayla girilen ve yalnızca film gösterilerinin
yapıldığı, nickelodeon adı verilen sinema salonları hızla yaygınlaştı.
O dönemde, teknik aksaklıklar yüzünden filmler sık sık kesintiye uğrar,
izleyicileri oyalamak ve salonda tutmak için büyük çaba harcanırdı.

Sinema Sanayinin Gelişimi


İlk yıllarda sesi ve görüntüyü birlikte kaydeden bir aygıt yoktu, bu
yüzden filmler sessizdi. 1912'de Fransa'da film gösterileri, pikap ve
yükselteç kullanılarak müzik eşliğinde yapılmaya başlandı. Bu
yenilikler izleyicilerin sesli görüntüye daha çok ilgi duyduğunu ortaya
koydu. Aynı dönemde ABD'li sinemacı Edwin S. Porter'ın öncülüğünde, bir
öyküsü olan "konuşmalı" uzun filmler yapılmaya başlandı. Porter'ın
Büyük Tren Soygunu adlı filmi soygun, kovalama ve silahlı çatışma
sahneleriyle dolu, tipik bir western'di. Porter bu filminde çeşitli
çekim teknikleri kullandı. Bazen kamerayı hareket ettirerek bazen de
uzak ve uzun yada yakın ve kısa çekimlerle gerçek bir canlılık ve
hareketlilik sağlamayı başardı. Öyle ki, filmin bir sahnesinde kameraya
doğru ateş eden kovboyun görüntüsü salonda büyük bir korku yarattı.

Konuşmalı filmlerde ses, görüntüyle eşlenen bir plağın üzerine
kaydediliyordu. Her ülke için başka dilde yeni bir plak yapmak ve sesi
görüntüye yeniden eşlemek gerektiğinden bu filmlerin maliyeti oldukça
yüksekti. Bununla birlikte izleyicinin konuşmalı filmlere gösterdiği
olağanüstü ilgi, yapımcıları bu alana çekmeye yetti. Yaklaşık 1912'ye
kadar 6-10 dakika süren, tek makaralık kısa filmler çekilir, izleyici
komedi türündeki bu filmlerden 6-7 tanesini peş peşe izlerdi. Sonraki
yıllarda birkaç makaralık uzun filmler yapılmaya başlandı. İtalyan
yönetmen Luigi Maggi, Pompei'nin Son Günleri adlı filmiyle Eski
Roma'nın görkemli görüntüsünü ekrana getirdi. Bir başka İtalyan
yönetmenin Enrico Guazzoni'nin çektiği Quo Vadisi? Adlı konulu, uzun
filmi dünyada büyük bir hayranlık yarattı. Bu filmin hemen ardından
ABD'li yapımcılar sinema izleyicisinin seveceği türden roman ve
öyküleri art arda filme çekmeye, filmlerini daha yüksek fiyatlarla
göstermeye başladılar. Bu filmler yaklaşık 90 dakika sürüyordu.
Sinemadaki bu hızlı gelişme daha büyük ve daha rahat gösteri salonları
gerektirdi. Avrupa'da ve ABD'de halk arasında "düş sarayları" adı
verilen lüks ve gösterişli sinema salonları yapıldı.

I.Dünya Savaşı'ndan önceki dönemde Fransa ve İtalya olmak üzere Avrupa
ülkeleri sinema alanında oldukça ileriydi. Korku, cinayet ve komedi
filmleri ilk kez gene de bu ülkelerde çekildi. Oyuncularda fiziksele
özelliklerin yanı sıra oyunculuk gücüde aranmaya başlandı. Aynı
yıllarda efsanevi kişilikleriyle milyonlarca insanın hayranlığını
kazanan sinema yıldızları doğdu. Ne var ki, I . Dünya Savaşı'nın
başlamasıyla birlikte Avrupa sineması neredeyse çöküntüye uğradı, çünkü
filmin ana maddesi olan selüloit barut yapımında kullanılmaktaydı.
Oysa, aynı dönemde ABD sineması önemli gelişmelere sahne oldu. Bir
Milletin Doğuşu ve Hoşgörüsüzlük gibi filmlerle adını duyuran ABD'li
yönetmen David Griffith sinemada klasik anlatım üslubunun öncüsü
sayılır. Yeni film tekniklerini sağduyuyla kullanan Griffith, sinemayı
salt bir eğlence aracı olmaktan çıkarıp izleyiciyi aynı zamanda
düşünmeye de yönelten, çok yönlü bir anlatım aracına dönüştürdü. O
yıllarda ABD'de sinema alanında büyük bir patlama yaşandı, uzun ve
yüksek maliyetli filmler art arda çekilmeye başlandı. Yalın ve doğal
oyunculuğuyla uluslar arası ün kazanan Mary Pickford, 1928'de
imzaladığı yaklaşık 1 milyon dolarlık anlaşmayla "star" tipinin
yaratıcısı Charlie Chaplin gibi unutulmaz sinema sanatçıları doğdu.

I. Dünya savaşı sonrasında sinemada en önemli gelişme Almanya'da
gerçekleşti. 1919-33 arasında Alman sineması altın çağını yaşadı.
Zengin dekorlu ve kostümlü tarihsel filmlerin yanı sıra Ernst Lubitsch
(1892-1947), Robert Wiene (1881-1938), Fritz Lang (1890-1976) ve
Friedrich W. Murnau'nun (1889-1931) öncülüğünde "Alman Dışavurumculuğu"
olarak bilinen bir akım başladı. Bu yönetmenler karakter oyuncusu
yaratmayı başardıktan başka, ışık ve dekor kullanımındaki
ustalıklarıyla da, dünya sinemasını önemli ölçüde etkilediler. Robert
Wiene'nin yönetmiş olduğu Doktor Caligar'nin Odası ve Fritz Lang'ın
bilimkurgun öncüsü Metropolis'i yapıldıkları tarihten bu yana sinema
sanatını etkilemiş yapıtlardır.

Aynı dönemde bir başka önemli gelişmede, SSCB'de dünyanın ilk sinema
okulu olan Devlet Sinema Enstitüsü'nün 1919'da kurulmasıdır. 1917 Ekim
Devrimi'nden önce Rusya'da film sanayisi yoktu. 100'den fazla dilin
konuşulduğu ve halkın büyük çoğunluğunun okuryazar olmadığı SSCB'de
1920'lerde 160 milyon insan yaşıyordu. Ülkenin yeni yöneticileri,
sinemayı bu büyük ülkede insanları ortak bir amaç doğrultusunda bir
araya getirecek bir araç olarak görüyorlardı. Bu nedenle sinemaya büyük
bir öncülük tanıdılar. Teknik araçların yetersizliğine karşın çok
sayıda nitelikli film yapıldı. Griffith'le birlikte çağdaş sinemanın
öncüsü sayılan Sergei Eisenstein'ın Potemkin Zırhlısı (1925) bunların
en güzellerinden biridir. Bir Yunan trajedisi gibi gelişen bu film
etkileyici çekimleri ve kurgusuyla izleyicinin soluğunu keser. Dönemin
önde gelen yönetmenlerinden Vsevolod İ. Pudovkin'in bir Maksim Gorki
uyarlaması olan Ana (1926) filmi sessiz sinemanın başyapıtlarındandır.

Dünya Savaşı'ndan sonra 1920-27 arası Fransa'da ilgi çekici filmler
yapıldı. Dönemin önde gelen yönetmenlerinden Rene Clair İtalyan Hasır
Şapka adlı komedi filmiyle adını duyurdu. 1920'lerde sinema ABD'nin en
büyük sanayi dallarından biri durumuna geldi. Metro- Goldwyn- Mayer,
Paramount, United Artists gibi dev film şirketleri o dönemde kuruldu.
Yumuşak iklimiyle açık hava çekimlerine uygun olan Los Angeles kentinde
Hollywood, ABD sinema sanayisinin merkezi durumuna geldi. Her çeşit
filmin yapıldığı bu dönemde gag türünde kavgalı dövüşlü komediler başta
geliyordu. Charlie Chaplin, Buster Keaton, Stan Laurel ve Oliver Hardy
1920'lerde parladı. Bu yıllarda yarısı 20 yaşın altında olan 40 milyon
ABD'li düzenli olarak her hafta sinemaya gidiyordu. Sinema tarihine adı
geçen filmlerden Cecil B. De Mille'in yönettiği On Emir, Douglas
Fairbanks'in her ikisinde de başrolü oynadığı Robin Hood (1922) ve
Bağdat Hırsızı bu dönemde yapıldı.

İngiltere'de sessiz sinemanın önde gelen yönetmeni John Grierson,
1929'da sinema tarihinin ilk uzun belgesel filmi olan Balıkçı
Tekneleri'ni çekti.



Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://forummaximum.forumdizini.com
Admin
SİTE KURUCUSU
Admin


Yaş : Kayıt tarihi : 12/09/08 Mesaj Sayısı : 356 Nerden :

SİNEMA TARİHİ Vide
MesajKonu: Geri: SİNEMA TARİHİ   SİNEMA TARİHİ EmptyÇarş. Eyl. 24, 2008 11:12 pm

Sesli Sinemanın Doğuşu


1927'ye kadar filmler bütünüyle sessizdi. Konuşmalar filmin akışına
kısa aralıklarla kesintiye uğratan yazılarla veriliyor, film piyano,
keman yada bir pikaptan çalınan müzik eşliğinde gösteriliyordu.
Yaklaşık 6.000 kişi alan bazı büyük sinema salonlarında belli bir film
için özel olarak bestelenmiş müzik parçasını çalan 40 kişilik büyük
orkestralar bulunuyordu. Film seslendirme çalışmaları ise 1906'dan beri
sürüyordu. İlk sesli film 1927'de çekilen, şarkıcı Al Jolson'un
oynadığı Caz Şarkıcısı'dır. Sesli sinemanın ortaya çıkışıyla birlikte
izleyici sayısında büyük bir artış oldu. ABD'de sinema sanayisi kısa
sürede sesli sinema teknolojisine geçti. Yapımcılar stüdyolarını
elektronik ses kayıt aygıtlarıyla donattılar, sinema salonlarına büyük
hoporlörler yerleştirildi. 1930'lardan başlayarak tüm filmler sesli
olarak çekilmeye başlandı. Sanatçıların kendi sesini kullanması bazı
zorluklar getirdi. Bazı oyuncular ezberlemekte güçlük çekiyor, ABD'li
olmayan oyuncular İngilizce'yi aksanla konuşuyor yada sesle görüntü
arasında uyum sağlamadığı oluyordu. Bu nedenlerden ötürü sinemada bu
dönem de ağırlık olarak tiyatro oyuncuları yer alıyordu.

Japonya'da filmlerdeki konuşmalar benşi adı verilen anlatıcılarla
iletilirdi. Bazı anlatıcılar öylesine başarılıydı ki, adları
oyuncularla birlikte yazılırdı. 1940'lara kadar sürdürülen anlatıcı
geleneği Japonya'da sesli sinemaya geçişi geciktiren başlıca
nedenlerden biri oldu.

Sesli sinemanın ilk yıllarında yönetmenlerin çoğu konuşmalara
gereğinden çok ağırlık vererek, görüntüyü ikinci plana attılar. Oysa
ses ve konuşmaların asıl işlevi görsel anlatımın etkisini artırmaktı.
Ses öğesini görsel anlatımın tamamlayıcı ve güçlendirici bir parçası
olarak kullanmayı başaran ilk yönetmen Fransız Rene Clair oldu.
Clair'in Milyon adlı filmi bu uygulamanın en yetkin örneklerinden
biriydi. Sesli sinema oyunculuk alanında önemli değişikliklere yol
açtı. Sessiz sinemanın abartılı el kol hareketlerine dayanan üslubu
tümüyle anlamını yitirdi. Sesin görüntüye uyguluğu, oyunculukta
doğallık ve yalınlık önem kazandı. Sonuçta sesli sinema kendi
yıldızlarını yarattı. Hollywood filmlerinde rol alan Clark Gable, James
Cagney daha önce Alman sinemasında adını duyuran Marlene Dietrich,
çocuk oyuncu Shirley Temple ve sinema tarihinin efsane kadını İsveçli
Greta Garba gibi yıldızlar ün kazandı. Aynı dönemde çocukların severek
okuduğu ve izlediği Miki Fare'nin yaratıcısı Walt Disney ilk sesli
çizgi filmlerini gerçekleştirdi. Dönemin önde gelen yönetmenleri John
Ford, Howard Hawks, Frank Capra, George Cukar ve Orson Welles özgün
usluplarıyla sinema sanatına önemli katkılarda bulundular. 1930'larda
İngiltere'nin yetiştirdiği önemli yönetmenler Anthony Asguith ve
gerilim filmlerinin babası sayılan Alfred Hitchcook'tu. 1933'te
Alexander Karda ünlü aktör Charles Laughton'un oynadığı Kadınlar
Celladı filmiyle tarihsel konulu film geleneğini başlattı.

Fransa'da sesli sinema Rene Clair, Jean Vigo ve Jean Renoir'ın
filmleriyle doruğa ulaştı. Vigo, Hal ve Gidiş Sıfır ve I'Atalante gibi
şiirsel üslubu ağır basan filmler yaptı. Gerçekçiliği ve güçlü
anlatımıyla dikkati çeken Jean Renoir'ın 1937'de tamamladığı Büyük
Aldanış savaş karşıtı bir filmdi. Bundan başka Hayvanlaşan İnsan ve
Oyunun Kuralı gibi önemli yapıtları da vardır. Almanya'da sinemacılar
1930'ların başlarında bazı güzel filmler çektiler. Ne var ki,
Naziler'in yönetime gelmesi birçok sinemacının çalışma olanağını yok
etti.

1930'ların aynı zamanda renkli sinemaya geçiş dönemi oldu. Üç temel
renk kullanımına dayanan ve technicalar adıyla bilinen renklendirme
yöntemi ilk kez Walt Disney'in Üç Küçük Domuz adlı çizgi filminde
kullanıldı. Disney'in ilk uzun metrajlı renkli filmi 1937'de
tamamladığı Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler'dir.

II. Dünya Savaşı Yılları


Savaş yıllarında sinema dünyası büyük bir durgunluk yaşadı. Genellikle
savaşı değişik yönleriyle tanıtmayı ve cephedeki ordulara moral vermeyi
amaçlayan filmler çekildi. Dönemin başlıca önemli filmleri ABD'de Frank
Capra'nın Neden Savaşıyoruz adlı belgesel propaganda dizisi, Orson
Welles'in bir basın kralının yaşamı üzerine kurulu başyapıtı Yurttaş
Kane ve John Ford'un Gazap Üzümleri ile Tay Garnett'in Postacı Kapıyı
İki Defa Çalar adlı yapıtlarıydı. İngiltere'de aynı dönemde Noel
Coward'ın senaryosunu yazdığı Kısa Görüşme ve Denizler Hakimi gösterime
girdi.

SSCB'de Ayzenştayn, Aleksandr Nevski ve Korkunç İvan'ı, Sergey ve Georgi Vasiliyev Çapayev'i çektiler.

Savaş Sonrası Dönem



ABD



1950'lerde ABD'nin önemli filmleri arasında George Stevens'ın Vadiler
Aslanı ile Elia Kazan'ın New York'ta yoksul işçi çevrelerinin ve rıhtım
gangesterlerinin yaşamını anlatan Rıhtımlar Üzerinde'si sayılabilir.
Ünlü yönetmen Alfred Hitchcook özellikle banyodaki soluk kesici cinayet
sahnesiyle tanınan Sapık adlı gerilim filmini aynı dönemde çekti. Ne
var ki, savaşın sonunda ABD sineması köstekleyen, tutucu hükümetin
filmlere uyguladığı yoğun sansürle birlikte "Hollywood 10'ları" olarak
anılan sekiz senaryo yazarı ve iki yönetmenin kara listeye alınması
oldu. Bir ihbar salgını başlamıştı. Pek çok sanatçı ABD'ye karşı yıkıcı
etkinliklerde bulunmak ve komünist olmakla suçlandı. Suçlananlar
arasında bulunan Charlie Chaplin, büyük bir beğeni kazanan Sahne
Işıkları'nı yaptığı yıl ülkeyi terke etti. Yapımcılar izleyiciyi
yeniden sinema salonlarına çekebilmek için teknolojik yeniliklerden
yararlanmaya çalıştılar. Özel gözlüklerle izlendiğinde üçboyutlu
görüntü etkisi yaratan filmler ilk kez o dönemde ortaya çıktı. Bu
buluşun beklenen başarıyı sağlayamaması üzerine, sinemaskop adı verilen
büyük görüntü uygulamasına geçildi. Görüntünün enini, boyunun 2,5 katı
olarak verebilen sinemaskop filmler izleyicileri yeniden salonlara
çekmekte başarılı oldu. ABD'de art arda Oklahoma, yeniden çekilen On
Emir ve Ben Hür gibi tarihsel ve dinsel konulu filmler, müzikaller,
western'ler çekilmeye başlandı. Bunlar çok sayıda oyuncunun ve
gösterişli dekorların kullanıldığı masraflı yapımlardı. Sinemacılar bu
çabalarına karşın, 1950-60 arasında televizyonun hızla yaygınlık
kazanması, sinema izleyicisinin önemli ölçüde azalmasına ve büyük film
şirketlerinin çökmesine neden oldu. Bu durum sinemacıları büyük bir
arayışa yöneltti. 1960'ların sonlarına doğru ABD'de Arthur Penn, Sam
Peckinpah, Robert Altman, Dennis Hopper, Stanley Kubrick gibi
yönetmenler Hollywood'un cinsellik, şiddet, milliyetçilik gibi
konulardaki kalıplaşmış sinema anlayışının dışına çıkan filmler
yaptılar. Yeni, değişik üsluplar ve teknikler kullandılar. Gençliğe
yönelik bu filmler sinemaya gençleri kazandırdı. Sydney Pollack'ın 1929
Büyük Dünya Bunalımı'nın insanların üstündeki etkisini çok çarpıcı bir
biçimde yansıtan Atları da Vururlar, Arthur Penn'in Bonnie ve Clyde,
Stanley Kubrick'in 2001: Uzay Yolu Macerası, Sam Peckinpah'ın Kahraman
Binbaşı ile Vahşi Belde gibi etkileyici filmleri ekrana geldi.
1970'lerde ve 1980'lerin başlarında son derece etkileyici ses ve
görüntü efektlerinin kullanıldığı heyecan dolu serüven ve bilimkurgu
filmleri çekildi. George Lucas'ın Yıldız Savaşları ile Steven
Spielberg'in insanlara saldıran dev bir köpekbalığının kovalanmasını
konu alan gerilim filmi Jaws, Kutsal Hazine Avcıları ve dünya dışından
bir yaratıkla çocukların kurduğu dostça ilişkiyi anlatan E.T. adlı
filmleri gişe rekorları kırdı ve olumlu eleştiriler aldı. ABD'de o
dönemde çekilen filmlerin maliyeti inanılmaz boyutlara ulaştı.
Sözgelimi 1987'de bir filmin ortalama maliyeti yaklaşık 18 milyon
dolardı. Bu tür filmlerin yanı sıra Robert Altman, Michael Cimino,
Francis Ford Coppola, Martin Scorsese ve Milos Forman gibi yönetmenler
toplumsal sorunları konu alan filmler çektiler. Bunlardan Altman'ın
savaş karşıtı komedisi Cephede Eğlence, Cimino'nun Vietnam Savaşı'nı
konu alan Avcı, Scorsese'nin ABD'de şiddete yönelik eğilimi ele alan
Taksi Şoförü, Coppola'nın Baba ve Kıyamet, Forman'ın Guguk Kuşu adlı
filmleri anmaya değer yapıtlardır.

İtalya


Savaştan sonra İtalya'da ülkenin uğradığı yıkım ve toplumsal sorunları
konu alan önemli filmler çekildi. İlk Yeni Gerçekçi film Luchino
Visconti'nin Tutku'su idi. Ne var ki, faşist İtalyan yönetimce
gösterimi engellendiği için, uluslar arası izleyici Yeni Gerçekçi
sinemayla, İtalyan II. Dünya Savaşı'nın sonunda teslim olduktan iki
hafta sonra Roma sokaklarında çekilen Roberto Rossellini'nin Roma, Açık
Şehir adlı filmiyle tanıştı. Ardından Visconti'nin Sicilya'nın bir
balıkçı köyündeki yaşamı anlatan destansı filmi Yer Sarsılıyor geldi.
Vittorio de Sica'nın, bisikleti çalınan bir işçinin hırsızı bulabilmek
için oğluyla birlikte başına gelen trajik öyküsü olan Bisiklet
Hırsızları gösterildiği yerlerde büyük yankı uyandırdı. Başlangıçta
Rossellini ile birlikte çalışan Federico Fellini ilk kez Sonsuz
Sokaklar filmiyle adını duyurdu. Daha sonra gerçek ile gerçeküstünün
birbirine karıştığı bir dille birbirinden güzel filmler yaptı. Fellini
gibi sinema yaşamına Rossellini ile çalışarak başlayan Michelangelo
Antonioni önceleri Yeni Gerçekçi belgesel kısa filmler yaptı. Daha
sonra çağdaş kent yaşamının getirdiği yabancılaşmayı vurgulayan Macera,
Gece, Kızıl Çöl ve bir kimlik arayışı olan Yolcu gibi filmleriyle dünya
çapında yankı uyandırdı. İtalya'nın savaştan sonraki ikinci kuşak
yönetmenlerinden Ettore Scola Özel Bir Gün, Ermanno Olmi Nalın Ağacı ve
Ermiş Ayyaş Destanı gibi filmlerle Yeni Gerçekçi Akım'ı sürdürdü. Pier
Paola Pasolini ve Bernardo Bertolucci siyaset, tarih ve cinselliğin iç
içe geçtiği filmler yaptılar. Bertolucci'nin 1900 adlı filmi altı
saatte yarım yüzyıllık İtalyan tarihini sığdıran görkemli bir
gösteridir. Gillo Pontecorvo'nun Cezayir Savaşı ise, kent gerilla
savaşını anlatan, belgesel film üslubunda, propaganda amacı gütmeyen
etkileyici bir siyasal sinema örneğidir.

Fransa


Fransa'da savaştan sonra sinemaya damgasını vuran en önemli olay Yeni
Dalga hareketiydi. Fransa'da işgal sırasında ve savaştan sonra
senaryoya dayalı çok iyi filmler yapılmıştı. Fransız sinemasının önde
gelen adlarından oyuncu ve yönetmen Jacques Tati, sıradan insanların
yaşamını özgün bir mizah anlayışıyla perdeye aktardı. Tati Bayram Günü
ve Bay Hulot'un Tatili adlı filmleriyle, Jean Cocteau Güzel ve Hayvan,
Rene Clement Yasak Oyunlar adlı filmleriyle tanındılar. Gene bu
yıllarda sürdürülen belgesel çalışmalar, genç yönetmenlere sinema
sanayisi kalıplarının dışına çıkma ve bağımsız çalışma cesareti verdi.
Andre Bazin'in 1951'de yayımlamaya başladığı Cahiers du Cinema adlı
dergide Yeni Dalga Akımı'nın kuramsal tartışmaları yer aldı. Genç
yönetmenler film kamerasını bir kalem gibi kullanmayı savunuyordu.
Film, yönetmenin imzasını taşımalı, onun özgün, kişisel anlatım aracı
olmalıydı. Bu yönetmenler öyküyü, baştan sona geriye dönüşlere ve
düşlere yer vererek aktardılar. Sinemanın ayrı bir sanat dalı olduğu
ilk kez bu dönemde tartışma gündemine geldi. Yönetmenler filmlerinde
kurgudan çok görüntü düzenine önem verdiler, çekimlerini elde taşınır
kameralarla yaptılar. Claude Chabrol'un senaryosunu yazdığı ve yapımını
üstlendiği ilk filmi Yakışıklı Serge Yeni Dalga Akımı'nın 1950'lerin
sonuna doğru ilk yapıtlarını veren başlıca temsilcileri Serseri Aşıklar
ile Jean- Luc Godard, Hiroşima, Sevgilim ile Alain Resnais, Aşıklar ile
Louis Malle ve Dört Yüz Darbe ile François Truffaut'dur. 1970'lerde
Yunan asıllı Fransız yönetmen Costa-Gavras siyasal filmleriyle ilgi
çekti. Bunlardan İtiraf, Sıkıyönetim ve Kayıp güncel siyasal olayların
karanlıkta kalan yanlarına eğilerek pek çok tartışmaya yol açtı.

İngiltere


Savaş sonrasında İngiltere'de sinema önemli bir gelişme gösterdi.
Yönetmen Carol Reed, bir roman uyarlaması olan Ölümden Kuvvetli ve
konusu savaş sonrasında Viyana'da geçen Üçüncü Adam adlı filmleriyle
dikkat çekti. David Lean, İngiliz yazar Charles Dickens'tan 1946'da
Büyük Umutlar'ı ve 1948'de de Oliver Twist'i sinemaya uyarladı. Ünlü
sinema ve tiyatro oyuncusu Laurence Olivier, William Shakespaere'den
uyarlanan Henry V ve Hamlet filmleriyle büyük başarı kazandı. Aynı
dönemde adını duyuran bir başka oyuncu da Taçlar ve Kalpler ve Altın
Hırsızları gibi komedi filmlerinde olağanüstü oyunculuk yeteneğini
gösteren Sir Alec Guinness'di. Bu filmlerin senaryoları büyük ölçüde
klasik edebiyat yapıtlarına dayanıyordu.

1950'lerin sonlarında ve 1960'larda Fransız Yeni Dalga filmlerinin
etkisiyle İngiltere'de, çalışan insanların günlük yaşamlarını konu alan
gerçekçi filmler yaygınlık kazandı. Tony Richardson'ın Öfke, Jack
Clayton'ın Tepedeki Oda ve Karel Reisz'ın Cumartesi Gecesi ve Pazar
Sabahı adlı filmleri uluslar arası düzeyde ün kazandı. Sean Connery'nin
James Bond tipini canlandırdığı ünlü casus filmleri de aynı dönemde
yapıldı.

İngiltere 1960'larda Avrupa sinema sanayisinin merkezi durumuna geldi.
O dönemde art arda birbirinden güzel filmler çekildi. Tony
Richardson'ın romanından uyarladığı Tom Jones, John Schlesinger'ın
Thomas Hardy'nin romanından uyarladığı Bir Aşk Yetmez ile Gece Yarısı
Kovboyu ve Lindsay Anderson'ın Eğer adlı filmleri dönemin unutulmaz
yapıtları arasındaydı. Ne var ki, bir süre sonra İngiliz ekonomisinde
baş gösteren durgunluk birçok yönetmenin, başta ABD olmak üzere öteki
ülkelere göç etmesine yol açtı.

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://forummaximum.forumdizini.com
Admin
SİTE KURUCUSU
Admin


Yaş : Kayıt tarihi : 12/09/08 Mesaj Sayısı : 356 Nerden :

SİNEMA TARİHİ Vide
MesajKonu: Geri: SİNEMA TARİHİ   SİNEMA TARİHİ EmptyÇarş. Eyl. 24, 2008 11:13 pm

Almanya


II. Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya'nı uğradığı yenilgi ve daha önce
Naziler'ce sinemaya uygulanan baskılar yüzünden bu ülkede uzun bir süre
sinema önemli bir varlık gösteremedi. 1960'larda Genç Alman Sineması
adı altında federal hükümetten ödenek alan bağımsız bir yapım ve
dağıtım kuruluşu kuruldu. Alman sinemasının önde gelen adları, savaş
yıllarını ya da savaş sonrası toplumu konu alan Maria Braun'un
Evliliği, Lola ve Veronika Voss'un Tutkusu gibi filmleriyle Rainer
Werner Fassbinder, Berlin Üzerindeki Gökyüzü ile Wim Wenders ve
Stroszek gibi doğal ve cana yakın bir mizah içeren filmleriyle Werner
Herzog'dur. Volker Schlöndorff ile Alexander Kluge, Fransız Yeni Dalga
Akımı'ndan büyük ölçüde etkilendiler. Devletin sinema sanayisine destek
olması kadın yönetmenleri ve azınlıkları da yüreklendirdi. Devrim
mücadelesinin önde gelen kadınlarından Rosa Luxenmburg'un yaşamını,
kadın yönetmen Margarethe von Trotta sinemaya uyarladı.

Avustralya


1970'lerden önce varlık gösteremeyen Avustralya sineması, o yıllarda
hükümetçe kurulan Avustralya Film Komisyonu'nun desteğiyle bir gelişme
gösterdi. 1985'e kadar, bazıları uluslar arası düzeyde başarı kazanan
yaklaşık 400 film çekildi. 1980'lerin en başarılı filmleri şiddet ve
gerilim öğesinin usta bir biçimde kullanıldığı Çılgın Max ve Peter
Weir'ın I. Dünya Savaşı sırasında biri Çanakkale'de ölen iki arkadaşın
öyküsünü anlattığı Gelibolu'dur.

Rusya


2. Dünya Savaşı'ndan önce Sovyet sinemasında gözlenen durgunluk
savaştan sonra da sürdü. İlgi uyandıran az sayıda filmin arasında
Grigori Çukray'ın 1959 yapımı Askerin Türküsü, Sergey Bondarçuk'un
görkemli Savaş ve Barış uyarlamasıyla, Nikita Mihalkov'un Oblomov'u
vardı. Dünya sinemasını etkilemeyi başaran ve özellikle 1980'lerde
adını en çok duyuran yönetmen ise Andrey Tarkovski oldu. Tarkovski,
İvan'ın Çocukluğu, Andrey Rublev, Solaris, Ayna, Nostalghia ve son
filmi Kurban'da, derinliği ve simgesel çağrışımlarıyla izleyicilerin
üzerinde kalıcı bir etki yaratmaktaki ustalığını gösterdi. Rusya'da
1980'lerin ortalarında, daha önce yasaklanmış filmler de gösterilmeye
başlandı. Yönetmen Gleb Pantilov'un 1976'da çekilmesine karşın ancak
1986'da gösterilebilen Tema adlı filmi geçmişle bir hesaplaşmaydı.
Gürcü yönetmen Tengiz Abuladze ise Yakarış, Dilek Ağacı ve Nedamet'ten
oluşan üçlüsünde kendine özgü bir üslupla geçmişteki baskıyı eleştirdi.

Doğu Avrupa


Film sanayisinin devleştirildiği Doğu Avrupa ülkelerinde 2. Dünya
Savaşı'ndan sonra sinema okulları açıldı. Polonya'da 1953'ten sonra
Andrzej Munk Yolcu, Roman Polanski Sudaki Bıçak, Andrzej Wajda Kanal,
Küller ve Elmas, Mermer Adam ve Demir Adam gibi filmleriyle büyük bir
duyarlılıkla beyaz perdeye yansıttılar.

Genç kuşak yönetmenlerinden Krzysztof Kieslowski 1988 yapımı On Emir'le
evrensel sorunlara parmak bastı. Yeni Dalga'dan ve Polonya sinemasından
etkilenen Çekoslovak yönetmenler de duyarlı ve özgün filmler yaptılar.
Janos Kadar'ın Ana Caddedeki Dükkan'ı buna örnektir.

Macaristan'da Budapeşte Film Akademisi'nde yetişen Istvan Szabo'nun
Mefisto'su uluslar arası düzeyde başarı kazandı. Miklos Jancso'nun
birbirini izleyen Umutsuzlar, Kızıl İlahi ve Macar Rapsodisi Macar
halkının yüzyılın başından bu yana sevinçlerinin ve acılarının
destanıydı.

Yugoslavya'da Emir Kusturica, Çingene çocuklarının başından geçenleri
anlattığı Çingeneler Zamanı ile evrensel boyutlu bir film yarattı.


İspanya ve Yunanistan



Film sanayisinin güçlü olmadığı İspanya'da Luis Bunuel yaratıcı
kişiliğiyle sinemada Gerçeküstücülük Akımı'nın ilk örneğini verdi.
1950'lerde yerleştiği Meksika'da film yapımcılığını sürdürdü ve Meksika
sinemasını etkiledi. Madrid'deki Sinema Araştırmaları ve Deneyleri
Enstitüsü'nü bitiren Carlos Saura Av ve Kanlı Düğün gibi filmleriyle
dikkati çekti.

Yunanlı yönetmen Theo Angelopulos, Kampanya, Avcılar, Kitera'ya
Yolculuk, Arıcı ve Puslu Manzaralar'da şiirsel bir anlatımla Yunan
tarihini ve savaş yıllarını irdeledi. Angelopulos bu filmlerde insan
ilişkilerini olağanüstü bir duyarlılıkla işlemeyi başardı.


İsveç



Devletçe desteklenen İsveç sineması güçlü değilse de 2. Dünya
Savaşı'ndan sonra yaratıcı yönetmen Ingmar Bergman'ın yapıtlarıyla
dünya çapında adını duyurdu.

Hindistan


Bu ülke dünyanın en çok film çeken sinema sanayisine sahip olmakla
birlikte, filmler genellikle kendi izleyicisine yönelik olduğundan
uluslar arası düzeyde varlık gösterememiştir. Sinema, sanayisinin
devlet desteğiyle yürütüldüğü Hindistan'da 16 değişik dilde olmak üzere
yılda toplam 700 film çekilir. Hindistan'da televizyon yaygın
olmadığından sinema başlıca eğlence aracıdır. Köylerde açık havada film
gösterisi yapan gezgin sinemacılar oldukça yaygındır.

Hint sinemasının uluslar arası düzeyde adından söz ettiren ünlü
yönetmeni Satyacit Ray, filmlerinde köylülerin günlük yaşamını sevecen
ve mizah dolu bir yaklaşımla görüntüler. En çok tanınan filmlerinden
Pather Pançali öksüz bir çocuk ile annesinin öyküsüdür.

Japonya


Japon sineması 2. Dünya Savaşı sonrasında büyük bir canlanma dönemine
girdi ve önemli yönetmenler yetişti. 1950'lerde Akira Kurosava Raşamon,
Yedi Samuray, İngiliz yazar Shakespear'in Macbeth adlı oyunundan
uyarladığı Kanlı Taht adlı filmleriyle uluslar arası düzeyde ün
kazandı. 1960'lardan sonra da başarısını sürdüren Japon sineması
1980'lerde televizyonun rekabeti karşısında durakladı. O dönemde şiddet
filmleri yaygınlık kazandı. Yaratıcı yönetmenlerin çoğu ülke dışında
olanaklar aramaya başladılar. Bugün Japonya dünyanın en çok film üreten
ülkelerinden biri olmakla birlikte, yapımların çoğu televizyon filmidir.

Güney Amerika ve Afrika


1960'larda ulusal motiflerden yararlanılarak, halkları sömürüye ve
baskıya karşı bilinçlendirmeye yönelik, şiirsel başkaldırı filmleri
yapıldı. Dansı ve müziği, ülkesinde cunta yönetimi sırasında çekilen
acıları dile getirmekte kullanan Arjantinli yönetmen Fernando Ezequiel
Solanas'ın Tangolar ve Güney adlı filmleri buna örnektir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://forummaximum.forumdizini.com

SİNEMA TARİHİ

Önceki başlık Sonraki başlık Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var: Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
FORUMMAXİMUM :: GENEL KÜLTÜR :: TV, SİNEMA -